FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN GİYMEYE ÇALIŞTIĞI YENİ GÖMLEĞİ BAŞKANLIK, HALK OYLAMASI İLE DEĞİL HALKIN MÜCADELESİYLE DURDURULUR!
Başkanlık rejimine geçiş uzun süredir yürütülen bir tartışmadır. 12 Eylül Askeri Faşist darbesinden sonra gündemden hiç düşmemiş, Türk egemen sınıflarının sürdürdüğü bir arayıştır. Turgut Özal’dan, Süleyman Demirel’e ve Tayyip Erdoğan’a kadar bir dizi egemen sınıf temsilcisi bu tartışmayı gündeme getirmiştir. Ancak Türk egemen sınıfları arasındaki çelişki ve çatışmaların boyutu bu tartışmayı somut bir planlamaya ve uygulanabilir noktaya getirmemiştir. Son 6 yıldır AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan ise bu tartışmayı daha somut ve uygulanabilir kılmak için mücadele yürütmüştür. Özellikle faşist diktatörlüğün içine girdiği siyasal kriz, egemen sınıflar arasındaki parçalanmanın ve çatışmanın büyümesi “başkanlık” tartışmasının daha güçlü yapılmasına yol açmıştır. Nihayetinde faşist diktatörlük yönetme krizi yaşadığı noktada baskının, şiddetin dozunu arttırır. “Büyük gelen gömleği daraltma ihtiyacı” duyar.
15 Temmuz 2016 askeri cunta girişimi sonrası devlet içindeki kriz ve parçalanmışlık adeta kristalize olmuş bir noktaya evrilmiştir. Türk Hakim sınıfları içindeki yarılma ve kapışma devletin tüm mekanizmalarında ciddi bir tasfiye süreciyle kendini açığa sermiştir. Faşist diktatörlük 15 Temmuz askeri darbe girişimiyle tamir edilmesi zor bir yara almıştır. Egemen sınıflar içinden geçtiğimiz süreçte var olan zayıflığını, açılan gedikleri hızla giderme ve kapatma mücadelesi vermektedir. Bunun tek yoluda “büyük gelen” gömleğin olabildiğince daraltılmasıdır. Devlet aldığı yaraları tamir etmek için “Şovenizm” aygıtına olabildiğince güçlü sarılırken, emperyalist güçler arasındaki çelişkiden de faydalanmak için elindeki tüm kozları oynamaktadır. Kürt sorununda “uzlaşma ve barış” eksenindeki süreci “dondurması” ya da “askıya alması” hatta tümüyle gözden çıkaracak kadar gözünü karartmasının bir yanı da “Türk şovenizmine” olan ihtiyacıdır. Suriye politikasında ki ciddi değişiklik artık daha büyük hesaplara değil daha küçük hesaplara mahkum olmasının bir sonucudur. Bu eksende Rojava kazanımlarını ortadan kaldıracak bir eksene siyasetini demirlemiştir. Bu vesileyle hem “şovenizm silahını” parlatıp devleti tahkim etmede kitle desteği yaratmaya çalışmakta, hem de Suriye politikasında düşman cephesine esasta Kürtleri koyarak odaklanmış bir yönelim oluşturmaktadır. Bu durum faşist diktatörlüğün zayıf düştüğünü göstergesi olurken aynı zamanda bu zayıflığı hedefine “ezileni ve zayıf olanı” koyarak kendini yeniden toplamanın bir yolu olarak belirlemektedir.
Kendisini yeniden toparlamaya çalışan faşist diktatörlük bunu aslında Rahmi Koç’un 2004’de verdiği bir beyanda ki ihtiyaç tespitine uygun olarak gerçekleştirmeye mecbur kalmıştır. 30 Aralık 2004 yılında Rahmi Koç “en iyisi akıllı diktatör. İkinci en iyi ise Başkanlık sistemi. Bunun şartı hukuk sisteminin iyi çalışması”(Hürriyet 30 Aralık 2004) diyerek Türk egemen sınıflarının nasıl bir siyasi rejime ihtiyaç duyduğunu açık şekilde beyan etmiştir. O dönem için birincisinin “koşullar itibariyle” uygun olmadığı tespiti artık bugün için bir ihtiyaca dönüşmüştür. Egemen sınıfların bu ihtiyacı sadece şu açıdan sorunludur: “Akıllı bir diktatör figürü”nün varlığıyla değil aslında yıpranmış, politik olarak mefta olmuş, faşist diktatörlüğün tüm suçlarını kendi omuzlarına yüklenmekten çekinmeyen, tek adam diktatörlüğünü kendi varlığını sürdürme aracına dönüştürerek sistemi daha derin krizlere sokma potansiyeli olan bir “çılgın ve dengesiz” kişilik üzerinden yürüyen bir “başkanlık” tartışmasının olmasıdır. Ancak buna rağmen Türk hakim sınıflarının ihtiyaçları “çılgın ve dengesiz” bir “tek adamın” olası tehlikelerinden daha önemlidir.
Faşist Devlet Bahçeli’nin 11 Ekim sabahı uyanıp Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığında hukuki sınırları fiilen aştığı, bunun hukuki zemine çekilmesi gerektiği çağrısı ile bugün başkanlık noktasına gelinmediği açıktır. Bu tartışmanın kamuoyuna açık kısmı dışında Türk hakim sınıflarının ve onların temsilcilerinin arka planda uzun süredir bunun pazarlıklarını yaptığı, daha baskıcı ve sertleşmiş bir sürecin örgütlenmesi noktasında konsensüs içinde olduğu çok açıktır. Zira Türk hakim sınıflarının siyasal krizi onu daha sert faşist uygulamalara her zaman mahkum kılmıştır. Devlet Bahçeli’nin “başkanlığın” önünü açan çıkışı ve devamında Anayasa’nın 18 Maddesinin bir nevi başkanlık rejimine uygun hale getiren meclis düzenlemesi bu ihtiyacın ürünüdür. Kuşkusuz bu düzenleme kolay olmamıştır. Egemen sınıfların siyasal temsilcileri arasında ciddi tartışmalarla birlikte, esaslı kısmının ortaklaşma yakaladığı bir düzenleme ortaya çıkarılmıştır. Hemen belirtelim ki Kemalist CHP’nin bu düzenlemeye karşı itirazları ve muhalefeti “ciddiyetten” yoksundur. Zira bu düzenlemeye karşı gerçekten engelleyici bir muhalefet örgütleme niyeti olsa bunun bu kadar kolay çıkması mümkün olamazdı. 2003’te Irak’a yönelik saldırganlıkta rol üstlenmede gösterilen muhalefet, 2009 Habur krizinde gösterilen muhalefet bir egemen sınıf kliğinin ne kadar engelleyici konum alabileceğini gösteren pratiklerdir. CHP’nin bu bağlamda Referanduma gidecek olan Anayasa değişikliğine karşı “düşük profilli” bir muhalefet yaptığını tespit etmek gerekmektedir. Şu tespit abartılı olmayacaktır egemen sınıf kliklerinin içinden geçtiğimiz süreçte daha agresif, baskıcı ve saldırgan bir sisteme ihtiyacı ortak paydadır. Bu sistemden kimin ne kadar pay kapacağı meselesi ise esas tartışma ve çelişkidir.
Bu şu anlama gelmektedir; faşist diktatörlük var olan anayasa değişikliği ile ya da onsuz her durumda “var olan gömleği daraltmayı” bir zorunluluk olarak görmektedir. 2013 Gezi Kalkışması sonrası ezilen halk yığınlarına yönelik baskı, sindirme ve demokratik hak ve özgürlüklerine yönelik saldırı sürekli dozunu arttırarak devam etmektedir. 2015 7 Haziran seçimleri sonrası ise saldırının dozu daha da genişleyerek ve tüm toplumsal kesimleri, muhalifleri içine katarak arttırılmıştır. Kürt Ulusal Hareketi ile yürüyen barış görüşmeleri ortadan kaldırılmış özellikle Kürt ulusunu merkeze alan bir savaş ve siyasal baskı olabildiğince sert bir şekilde devreye girmiştir. Bu saldırıya karşı direnen Kürt Halkına Faşist diktatörlük daha sert ve sınırsız bir saldırıyla yanıt vermiştir. Onlarca Kürt şehri bombalanmış, yerleşim alanları kullanılmaz hale gelmiş, binlerce Kürt katledilmiştir. Sadece bununla sınırlı kalınmamıştır saldırılar. Muhalefet eden tüm demokratik, devrimci güçler ve halk güçleri de aynı saldırıya maruz kalmıştır.
Kasım 2015 seçimleri sonrası ise askeri, siyasal saldırının dozu daha da arttırılmıştır. 2016 boyunca yaşanan gelişmeler ise top yekün hale gelmiş bir saldırı konseptidir. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonra olası bir askeri darbe ile halkın, muhalif güçlerin başına gelecek her şey “seçilmişler” tarafından hayata geçirilmiştir. OHAL uygulaması ile bir yandan devlet içinde ciddi bir tasfiye süreci örgütlenirken, bir yandan da Rojava’nın kazanımlarına yönelik bir askeri işgal operasyonu devreye sokulmuştur. Bunun hemen peşinde ise Kürt ulusal mücadelesini merkeze almış ve tüm muhalif güçlere yönelen saldırılar devreye girmiştir. Onbinlerce kişi tutuklanmış, yüzbinlercesi gözaltına alınmış, yüzlerce kitle örgütü kapatılmış, onlarca muhalif TV ve yayın kapatılmış, internet ortamında çok büyük bir sansür devreye girmiş, sanal ortamdaki paylaşımlar suç kapsamına alınmıştır. Bunun yanında Türkiye Kürdistanında seçilmiş belediye başkanları görevden alınmış tutuklanmış ve belediyeler devlet tarafından gasp edilmiştir. Ve HDP eş başkanları ve milletvekilleri tutuklanmıştır. Artık HDP milletvekillerinin gözaltına alınması rutin hale getirilmiştir. Faşist diktatörlük Türk Kürt ve çeşitli milliyetlerden ezilen halka artık nefes almayı dahi yasaklayacak uygulamaları hayata geçirmektedir.
Nisan ayında “cumhurBAŞKANlığı” ekseninde gerçekleşecek anayasa değişikliği referandumuna bu yoğun baskı ve sindirme ortamında gidiyoruz. Egemen sınıf klikleri, faşist diktatörlüğün tüm aygıt ve araçları referandumda “EVET” çıkmasına odaklı bir iklim yaratmaktadır. Bu noktada buna karşı yürüyecek her kampanya faşizmin ağır baskısı altında olacaktır. Farklı hiçbir sese olanak vermeyecek şekilde devletin baskı aygıtları devrededir. Bunun yanında MHP ve AKP başta olmak üzere buna eklemlenmiş faşist mafya, çete ve tüm militer güçler baskı ve şiddet aygıtıyla devreye girmektedir. Bu bağlamda HAYIR kampanyası yürütecek güçlerin yoğun bir baskı ve sindirme operasyonuna maruz kalmakta, faşist diktatörlüğün en azılı sopasıyla terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Faşist diktatörlük ne pahasına olursa olsun bu referandumda EVET çıkmasını sağlamaya odaklanmıştır. Yürütülecek kampanyalarda adil olmayan, demokratik olmayan her yöntem uygulanacaktır. Özgürlüğün kırıntısının olmadığı bir koşulda referanduma gidilmektedir. Bu anlamda ortaya çıkacak sonucun bu açıdan meşru olmadığı, 12 Eylül koşullarında gerçekleşen Anayasa referandumunun bir benzerinin gerçekleştiği koşullardan geçiyoruz.
Esasında sonucu başından belli bir Referandum süreci yaşanmaktadır. Faşist diktatörlük “halkın iradesini” ideolojik ve siyasi baskıyla, manüplasyon yoluyla gönüllü olarak “EVET” şeklinde biçimlendiremese bile elindeki devlet olanakları ile cebren ya da hile yoluyla mutlaka gerçekleştirmeye çalışacaktır. Bu anlamda Halk Oylaması denen yöntem sadece göstermelik bir tiyatro oyunudur.
Son iki yılda yapılan tüm seçimler “milli irade” yoluyla halkın daha fazla baskıya maruz kalmasına yol açan, faşist diktatörlüğün daha fazla azgınlaşmasına zemin sunan bir rol oynamıştır. Faşist diktatörlük için sandık ve seçimler “halkın oyuyla” saldırılarına meşruiyet kazandırdığı bir sopa olmuştur. Üstelik bunu iki yüzlü ve tutarsız bir biçimde yaşama geçirmiştir. HDP’li belediyelerin, Milletvekillerinin “halkın oyuyla” seçilmesi onların bu iradeyi gasp etmesinin önünde bir engel olmamıştır. Devletin bekası ve yüce çıkarları için ne gerekiyorsa o yapılmıştır. Seçim ve sandık artık faşist diktatörlük için sadece bir oyuncaktır. Demokrasicilik oyununa gizlemeden saklamadan son verilmiştir. O ünlü türküde söylendiği gibi artık gerçek anlamda “oylar kurşun oldu bize”.
7 Haziran seçimleri ile birlikte son bulan “demokrasicilik oyunu” gelinen noktada hiçbir seçimi meşru kılmamaktadır. Halkın, MUHALİF KESİMLERİN, FAŞİZMİN BASKISINDAN BIKIP USANMIŞ GENİŞ KESİMLERİN HAYIR eksenindeki eğilimi meselenin esasını değiştirmemektedir. Ancak sandığa odaklanmış ve çözümü ordan başka bir yerde görmeyen ezilen yığınların, faşizmin sandık oyununa karşı ortak bir cephede gerçeği haykırarak ve onu buna ikna ederek mücadeleci bir hat kurulması asıl görevdir. Referandumda çıkacak EVET’in ezilenlerin yaşam alanına, siyasal haklarına, demokratik kazanımlarına ve mücadele isteğine karşı daha büyük bir saldırı anlamına geleceği açıktır. Buradan kazanılacak meşruiyetle zaten fiilen uygulamada olan “anayasa değişikliğinin” kendisine enerji vereceği de açıktır. Ancak açık olan bir başka gerçek daha vardır: faşist diktatörlüğün bu değişikliğe ihtiyacı olduğudur. Ve ne pahasına olursa olsun gönüllü ya da hile yoluyla sandıktan istediği sonucun çıkarılmasının sağlanacağıdır. Ve bir kez daha “milli irade” söyleyeceğini söyledi diyerek sandıkta atılan her bir oyun bize ölüm, zindan ve her türlü baskı olarak döneceğidir.
Artık ezilenlerin “sandığa bağlanmış umutlar”la kandırılmasına son verilmelidir. Yapılan bu anayasa değişikliğine karşı çıkmak faşist diktatörlüğe karşı çıkmaktır. Hak ve özgürlüklerin kırıntılarının da ortadan kaldırılmasına karşı çıkmaktır. Kürt ulusuna yönelik yürütülen imha ve yok etme, sindirme ve baskı altına alınmasına karşı çıkmaktır. Ancak bu noktada “HAYIR” demek yetmemektedir. Sandığa odaklanmış bir HAYIR kampanyası, sürecin getirdiği saldırıya karşı zayıf ve güçsüz bir mücadele yöntemidir. Ezilenlerin faşizme karşı duruşunu, onun gerçekliğine karşı doğru yolu bulanıklaştırmak, onun umut ve beklentisini karşılayacak bir yönelimi zayıflatmak, güçten düşürmek, sistemin ideolojik manüplasyonuna daha fazla teslim etmek anlamına gelecektir. Ezilen halk yığınları örgütsüzlüğün getirdiği ruh hali içindedir. Devrimci-komünist-yurtsever ve demokratik cephe faşizmin saldırılarını göğüsleme noktasında sandıkta “HAYIR” DEMENİN YETMEYECEĞİNİ BİLİNCE ÇIKARMALIDIR. Bunu sadece söylemde değil, siyasal yönelimi ve net berrak duruşuyla göstermelidir. “HAYIR” diyen iradenin, faşizmin tüm köşe başlarını tuttuğu, her tülü baskıyı uyguladığı ve akla gelebilecek her hileyi yapacağı koşullar içinde sonuç üretmesinin mümkün olmadığı kavranmalıdır. HAYIR cephesinin Egemen sınıf kliklerinden başta CHP ve kimi gerici-faşist siyasi partiler hariç kaygısı, isteği ve talebi FAŞİZME KARŞI DUR demektir. Ancak asıl mesele bu şekilde faşizmin durdurulamayacağı tam tersine seçim ve sandık oyunuyla baskısına daha fazla meşruluk katacağıdır. Faşizmin daha saldırgan ve acımasız yönelimine karşı “sandıktan çıkacak” HAYIR’a umut bağlamak, geniş kitleleri bu yönelime iştahla seferber etmek içinden geçtiğimiz sürecin özelliklerine yabancılaşmaktır. Bu yönelim ve siyasal hat geniş kitleleri sistem içine daha güçlü bir şekilde itelemek demektir.
Tüm halkımızı, demokratik güçleri, devrimcileri ve tüm ilerici kesimleri sandık ve seçim oyunuyla zaten daraltılmış olan gömleğin şimdi sandığa çekilerek meşrulaştırılmasına karşı DUR diyerek BOYKOT silahını kullanmaya çağırıyoruz. Tüm enerjimizi ve gücümüzü, tüm olanaklarımızı ve mücadele araçlarımızı faşizmle dişle tırnakla kavgaya tutuşacak, ezilenleri doğru rotaya yönlendirecek, gerçeğin ta kendisiyle yüzleşmesini ve onunla baş etmesini ve yönünü bulmasını sağlayacak siyasi bir yönelim doğrultusunda örgütlemeliyiz. Başkanlık referandumuna evet karşıyız, evet bu faşizmin ezilenlere yönelik bir yoğun saldırı sürecinin bir ayağıdır. Ve evet sandık sadece bir aldatmacadır. Sonucu şimdiden belli bir oylamadır. Mecliste yapılan oylama ve uygulanan yöntem şimdi ezilen halk yığınlarına karşı uygulanacaktır. Adı konmamış açık oy gizli sayım yöntemi faşizmin başvurmaktan çekinmeyeceği bir yöntem olacaktır. Bu pespaye oyuna, bu ucuz aldatmacaya, bu halkın anti-faşist enerjisini sandığa gömmeye dur diyelim.
Tüm gücümüz ve olanaklarımızla faşizmin saldırılarına karşı örgütlenelim. Saldırılara karşı örgütlenmek mahkum hale getirilmeye çalışılan sistemiçi sınırlar ve sandığa bağlanan çözümlere karşı referandumda BOYKOT hedefiyle örgütlenmektir. Mücadeleyi sokakta, meydanda, anfide, dağbaşların da, fabrikalarda silahlı ve silahsız ama direnmeye ve örgütlenerek faşizmi alt etmeye odaklanalım. Sandık aldatmacasına dur demek sandığı politik olarak boykot etmek, tavır almaktır. Boykot ederken bu oyunun amacını, neyi hedeflediğini en yaygın şekilde geniş kesimlere anlatma görevimizin olduğunu unutmayalım. Halkın HAYIR eğilimindeki anti-faşist karakteri, faşizmle onun anladığı dilden ve onun gerçekliği ile yüzleşen bir mücadeleye çevirelim. Demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesi unutmayalım ki Demokratik Halk Devrimi mücadelesinin sadece yan ürünüdür. İktidar perspektifi ile donanmış bir siyasal çizgi, sistemin aldatmacalarına karşı hatlarını en belirgin şekilde çizmiş bir yönelim ZORUNLULUKTAN öte HAYATİDİR. Devrimci durum olgunlaşırken, gelişirken devrimci çizgi net ve açık bir siyasetle KIZIL rengini belli etmelidir. Bu yüzden Hayır yetmez BOYKOT edelim. Sandıkları işlevsiz kılalım. Seçimleri gayri meşru, anti-demokratik ilan edelim. Devrimi örgütlemek için, geleceği kuşanmak için, ezilenlerin umudunu sınırlamamak için, beklentilerini ve mücadele azimlerini sandığa gömmemek için BOYKOT edelim. Boykotu örgütle, mücadeleyi yükselt.
TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ MARKSİST LENİNİST- MERKEZ KOMİTESİ
TKP/ML-MK
ŞUBAT 2017